Pazar, Şubat 13, 2011

sessizlik

Sessizlik. Sonsuz sessizlik. Muhteşem beyazın sonsuz sessizliği. Arada hırıltılı nefesimi duyuyorum. Nefesimi ve onun buza dönüşmesini. Bekliyorum. Nedensiz, kimsesiz bir bekleyiş. Belki de yolun sonu, ne dersin?

            Bazı zamanlar koşabildiğimi hatırlıyorum. Soğuğa rağmen, rüzgara rağmen. Ama şimdi? Heyhat, bırak koşmayı koşabilme umudu bile çok uzaklarda kaldı. Peki buraya kadar nasıl gelebildim? Neydi beni bu yolculukta ayakta tutan? Şans, kader, kısmet. Belki de kadere karşı şansımı çok zorladım ha. Buraya kadar itildim, ya sonra? Sonrası yok. Sonrası sonsuz sessizlik. Yakmayan ateşte donmak. Nedendir bilinmez benim için cehennem düşüncesi her zaman soğuk olmuştur.

            Koşabiliyordum. Ama şimdi vücudum isyanda. Sol dizim belki de öldü. Diğerleri can çekişiyor. Bunların ötesinde olan soru ise şu; koşar mıydım? İntihar eden insanların düşüncelerini çok merak ediyorum. Acaba onlarda benim gibi soğukta mı bekliyorlardı? Yoksa buraya düşmektense ölmeyi mi düşündüler. Bacaklarımı keseceğinize, beni mi öldürün dediler.

            Peki sen nerdesin? Neden yanımda değilsin. Her yerde seni arıyorum. Güneşte parlaklığını, yamurda uysallığını, fırtınada kızgınlığını, soğukta ise uykunu ve hastalığını. Ben burada soğukta beklerken sen nerdesin? Ya da sen neler çekiyorsun? Ben buralarda sürterken, sen oralarda neler yaşıyorsun. Aileler içinde yalnızlığa nasıl katlanıyorsun? Herşey varken, en büyük eksikliğe nasıl tahammül ediyorsun?
           
            Çirkinleşiyorum, farkında mısın? Yaşın getirdiği yada alalade bir fiziksel çirkinlik değil bu. İç dünyamda ki bir çirkinliğin bir yansıması. Belki de bir uyarı belki de bir evrim. O hatırladığınız insandan farklı bir insana. Hãlã büyüyoruz ve ben hãlã reddediyorum. Bütün varlığımla kabul etmiyorum. Bu nostaljik bir çocukluk hatırası değil. Kendi zayıflığımın ve çirkinliğimin reddi. Belki de uyum sağlayamadığım için kızıyorum ve küçük bir kapris bu yaşadaıklarım. Ah, hãlã çölü özlüyorum.

            Belki de omzunda ağlayabilsem herşey düzelecek. Güneş gene satı, gökyüzü gene mavi olacak. Bu yaşadığım şehirde bile. Belki de seni görmek bile yetecek. Ama ya olmazsa, ya bu illeti kalbimden çıkarmak düşündüğüm gibi olmazsa. Sanırım artık sadece kötü düşünüyorum ve her sabah aynada nefret ettiğim o yabancıyı görüyorum.

            İados’ta Atina donanmasını beklerken Spartalıları gören ilk askerim. Bizans’ta surların içinde kan ve idrar içinde yatarak kentin düşüşünü yaşayan imparatorum. Mekke’de Müslüman kardeşime kurşun sıkmak zorunda kalan Osmanlıyım. İstanbul’da nereye kaçacağımı bilmeyen bir Rum’um.

            Belki de bu hezametin sebebi hayallerdir. Önce düşünülen sonra gerçek olduğuna inanılan ardından gerçekliğin önüne geçen ama bir anda yok olan hayaller. Ne kadar çok inanırsan seni o kadar yükseğe taşır, ve ne kadar çok inanırsan seni o kadar hızlı fırlatır. Ne kadar acı ki hãlã binbir gece masallarında ki Arap umuduna sahibim. Acı ve öldürücü. Heyhat güzelim, düşünmeden edemiyorum, ben donmadan yanıma gelirsin değil mi?

ben mübadil torunu; süreklenmenin kaderi.

Salı, Ağustos 11, 2009

Salı, Kasım 25, 2008

ben gidiyorum?

farkında mısın? benim öldüğümün. yıllar oluyor belki yavaş yavaş gidişim. ruhumun beni terk edişi. o gitmek istedi ben ise gidemedim. buradayım işte; aynanın karşısında kendini tanıyamayan adam. yokluğunun farkında. belki bundandır sadece “ben” hakkında yazmam. kendimi tanıma çabası ama nafile. ben benden gideli çok oluyor. şimdi de ben gidiyorum.


her gece kalbini kesmek nasıl bir duygu bilir misin? keskin kılıçla her gece intihar etmek. uykularının huzursuzluğu ama buna rağmen hiç gitmeyen sonsuz uyuma isteği. nedenini bende bilmiyorum. belki sonsuzluğa ulaşma çabası belki de yokluğa.


ben öldüm biliyor musun? kalbim sökülerek. geçen sende hastanedeydik. hatırlar mısın? morgda morarmış ellerimiz birbirini tutuyordu; üzerimizde ideallerimiz son örtümüz olmuştu. gerçekleşmeyen gerçekleşemeyen idealler. çıplaklığımızı onlar koruyordu. elimizde eski yüzükler. içinde gamze ekim 2004 yazıyor. ne kadar da yanlış ben daha bu dünyaya gelmeden önce bir ruh iken seni seviyordum. kalbim kılıçla sökülüp atıldığında da.


beni gitmeye tutan ne bilmiyorum sonsuzluğa doğru. çok zor değil aslında değil mi? belki de kendimi tanıyamamam.


bir rüya gördüm bir gün. çok küçükken. ellerim bağlı; bağırıyorum ama sesler beni bastırıyordu. sesler. o kadar çoktular ki. kurban edildim sonra. sesler kesildi kesik ellerimden akan kanlar sesleri sesti. korku gitmişti, huzurluydum. herkes mutlu idi. kalkınca ağladım sabaha kadar; sessiz sessiz. çocuk aklım insanlar için ölmeyi anlamamıştı. o gün çok korkmuştum. neden ansızın kaldırıldığımda titrediğimi anlıyor musun? korkuyorum hala.


gidiyorum anne farkında mısın? biliyorum gene kızacaksın zaten konuşmuyorsun diye. biliyorum ama konuşamıyorum. elimde değil. ağzına mühür vurulması nasıl bir şey bilir misin? onlar gelir; kelimeler ama çıkamazlar kurtulmak istersin ama olmaz. boğulursun sonra. bu yazılar nasıl çıkıyor zannediyorsun. bunlar beni boğan kelimeler.


soğuk suyu vücudunda hissetmek nasıldır bilir misin? ürperirsin korkarsın nefes alamadığını düşünürsün. insanlığını kaybetmek de öyle. en küçük düşünce de yıkılınca, hayata karşı küskün olunca da böyle hissediyorsun.


bazen içimle konuşmaya çalışıyorum. suskun. yazı yazdığımda bir iki kelime fısıldamaktan başka bir şey yapmıyor. neden böyle bilmiyorum.


sonbaharı sevmiyorum ama sonbaharda ölmek isterdim. yani bugünlerde. yağan yağmurun altında savrulan yapraklarız. üzerimizde ağır yağmur damlaları içimizde ayrılığın hüzünü. hadi gel ölelim şimdi kıyıya vuran balinalar gibi. ama biz insandık dimi?


bana kızıyorsun biliyorum kardeşim kadar olamadın diye. haklısın.


bazen yürüyorum. iyi geliyor. uzun düşünceler, kısa müzikler yokluklar varlıklar. varlığımı kanıtlamaya çalışıyorum. zor oluyor haliyle; maddeye inanmayan biri olarak. maddesel yaşamak ne kadar da acı veriyor bana biliyor musun?


ben yokum gene. ruhum kayıp. karnıma kılıç saplayalı kaç yıl oldu. çok iyi hatırlıyorum o geceyi. yağmurlu bir sonbaharda; elimde kanlar yüzümü boyuyorum. inanır mısın çocuklar gibi şenim. aklıma ana okulda yaptığım faaliyetler geliyor. resim ve boyamam berbat. o zamanlar hayatı yaşayamayacağım belli olmuş.


evde ana okuldan kalma bir resmim asılı. geçenlerde düşmüş büyük gürültü ile. belki de ruhum çok uzaklara gitti.


ben bir intrapersonal'ım. yani içine kapanık. yarı otistik. çok sıkılırsa bırakın gitsin kurşun askerlerini boyasın. hala oyuncaklarım var biliyorsun. ama artık onları ben yapıyorum. insanlar sorduklarında heyecanlanıp kaç tane kurşun askerimin olduğunu söylüyorum. benim bu kada misketim var gibi. ağlıyorum halime. ciddiyim. bunları düşündükçe ağlıyorum. düşünüyorum da kitaplar büyütmüyormuş bizi.


bugünlerde gri renkteyim. gri yani belirsizlik. ne olduğu belli olmayan. kaybolmuş. ormanın derinliklerinde ne yapacağını bilmez haldeyim. arada ağlıyorum. ama nafile.


denizin sesini bilir misin? ama gerçek sesini. içine daldığında duyarsın. bana garip duygular verir. neden bilinmez kelt müziği aklıma gelir.


ağlayamıyorum artık. gözyaşı akmıyor. ben gidiyorum farkında mısınız?

Perşembe, Mayıs 08, 2008

ölüm ve ben

derin bir sessizlik. varlığın yok olduğu noktalardan biri. arafın içinde en sessiz çığlıkların yada sözlerin evrenin mikhaelinde yükseldiği bir yerde ölüyorum. gözlerim kapalı ama hissederek görüyorum. yakıcı güneş altında suyun içindeyim. sadece yüzüm dışarıda, su sanki bir kefen. güneşin altında parıldayan mavi bir kefen. kulaklarıma yavaş yavaş sesler gelmeye başlıyor. denizin derinliklerden gelen sesler. kulağım suyun içinde üzerimde dolaşan dalgaların sesini duyuyor. bir an gözlerimi açıyorum, belki de ölmeden önce son bakış için. onu görüyorum, beyaz giysiler içinde bütün güzellikleri ile. en günahsız haliyle. gülümsüyor, ona ismini veren çukurları daha belirginleşiyor. beyaz gelincik tarlasında açan iki kırmızı gül gibiler. sanırım ben de gülüyorum, ama en çok kendimi onun güzelliğine bırakıyorum. ölümü beklerken ona kavuşmak ne büyük mutluluk ama o gelince ölüme gitmek ne kadar acı. zaten mutluluklar da saniyeler sürmez mi? en güzelleri en kısa olanlardır. en güzelleri yok olanlardır. bir şeyler söylüyor ama kulağıma sadece denizin dalga sesleri geliyor. sonra bir tını, o hafif sesiyle bana sesleniyor tekrar. duyamıyorum ama hissediyorum bütün vücudumla. sonra ölüm geliyor bütün karanlığı ile. yavaş yavaş suya gömülüyorum. o ise bana el sallıyor. ah o kadar güzel gülümsüyordu ki. ölüyorum, denizin bütün ıslaklığı ile, aklımda unutulan cümlelerle…
ölüm. sonunda ona kavuştuğumu zannederken uyanıyorum. karanlık, her türlü ışığı yutan bir karanlık. yokluk gibi. ama bir ışık görüyorum, uzaklarda. yakınlaşıyor. odamdayım. yatağım,kitaplarım ve kılıçlarım. bir tanesi elimde, kınından çekilmiş, karanlıkta soğuk soğuk parlıyor. içeriden sesler yankılanıyor, erkek sesleri sanki bir ağıt. bilmediğim, çoktan unutulmuş bir dil. her kelimesi gözyaşları acılar içeriyor. kelimeler yaşıyor ve hüzünlerini sana bırakıyorlar. sonra o geliyor sessizce, her zaman ki gibi. önce ayakucuma oturuyor. bana dokunuyor, irkiliyorum. anlatamadığım beni diri diri yakan bir duygu. sonra başucuma geliyor. ellerini saçlarımda dolaştırıyor. dayanamayarak kalkıyorum, kılıcı saplıyorum. sesler kesiliyor. ellerim sıcak bir sıvı ile doluyor. ağır ağır akıyor ellerimin arasından. kılıcı vücudumdan çıkarırken bana sarılıyor. doğduğum gün beni uyutan huzur bütün bedenimi sarıyor. o unutulmaz huzur. vücudum çekiliyor, tekrar ölüyorum. tekrar karanlık. yastığa kafamı koymadan önce son kez ellerini saçlarımda hissediyorum. kanlar içinde yatağımda can veriyorum, aklımda unutulan özürler ile…
bir öncekine inat edermişçesine aydınlık bir yerde uyanıyorum. gözlerim ışıktan kör oluyor neredeyse. soğuk. kanımı donduran bir soğuk. soğuğun aydınlığı ile üşüyorum. uzaklarda bir tını. beni anlatıyor. sonra ayak sesleri. yavaş ama sert. onu görüyorum. içimden bir haykırış, kaçınıyorum. son görüşme için hazır değilim. hayır değilim. henüz değil. duruyor, o mavi gözlerine direnemiyorum. ayağa kalkıp ona doğru yürüyorum hayır sürükleniyorum. tam dokunacakken ayrı düşüyoruz. önce şaşkınlık sonra da kızgınlık. aramızda buzdan bir duvar, kıramıyorum. ellerim kan, gözlerim donmuş yaşlarla dolu. yorgunlukla yığılıyorum. ağlıyorum hıçkırarak. kavuşamadan öleceğim diye. soğuk artıyor ışıkla beraber. uykum geliyor yavaş yavaş. kanlı ellerime bir el dokunuyor. kesik parmağı gözyaşlarımı siliyor. bense uyuyorum ölüm diyerek, aklımda unutulan anılar ile…
tanımadığım bir kent. boş sokaklar içinde yürüyorum. her yer ıssız. çok hafif yağmur yağıyor. yürüyorum, düşüncelerden tamamen arınmış bir şekilde. sadece yağmuru hissediyorum ve ölümümü bekliyorum, tekrar. tanıdığım sandığım bir sokağa saptım. eski evlerin daralttığı karanlık bir sokak. tek ses yağmurun yere düşmesi idi. bir an için onunla karşılaştım. bakıştık. sadece gözlerini hatırlıyorum. gözlerimin ikizleri. Öncesinde silik anılar, geleceğinde puslu günler. Aslında o kadar yakınız ki. Ama devam ettim, duramadım. Konuşamadım. O da seslenmedi. Sadece havanın soğuduğunu hatırlıyorum. Ve yağmur damlalarına karışan yaşlarım, aklımda unutulan keşkeler ile…
Kayboluyorum sokaklarda. Hava alacakaranlık. Yer değişiyor. Unutulmuş bir ada, kadim kalıntılar. Hava alacakaranlık. Güneş ellerimiz altında batıyor. Ve biz iki siluet onun ölmesini izliyoruz. Onu hissediyorum. Aslında o kadar farklıyız ki. O çoğu zaman bir hoca ben ise bir isyankar bir öğrenci. Bazen de tam tersi. Konuşmak istiyorum ama hayretle bir gölgeye döndüğünü hissediyorum. Aslında benim için hep öyle olmadı mı. Güneş batıyor, gölgeler kayboluyor ve ben kendimi rüzgara bırakıyorum. Düşüyorum karanlık içinde doğduğum toprağın ve dahi atalarımın toprağının denizine... hiç uyanmamak üzere…


ben yitik bir şövalye, ölümün pençesinde...

Çarşamba, Mart 19, 2008

ve bugün bütün alemin ışığı olan "Sen" bu eski dünyayı şereflendirdin. keşke yolundan tam gidebilseydim. seni gönderene şükürler olsun...

Pazar, Şubat 24, 2008

mikhael'den resimler



sonunda porte fotoğrafları bir ortamda birleştirebildim. orjinali yaklaşık 60mb tuttuğu için kalitesi düşük bir örneğini koyuyorum. aslında aklımda daha farklı bir sunuş vardı ama tamamlayamadım. şimdilik bununla idare edeceksiniz. beni kırmayıp portre fotoğraflarını çekmeme izin veren herkese çok teşekkür ederim...

Cumartesi, Aralık 01, 2007

Kadim ve Ben

Kadim. Nereden geliyor, nedir kökeni. Eski olan. Ama sadece eski olan değil. Gururlu, vakurlu ve hüzünlü. Acı ama yakmayan bir hüzün. Saygı duymak lazım kadim olana. Sadece eski olduğu için değil. Taşıdığı hüzünden dolayı. Kadim insanlar. Aslında onlarda sadece insanlar. Sadece insan. Ne kadimler ne de kadim oldukları için gururlular, vakurlar yada hüzünlüler. Bunların hepsini ben onlara yüklüyorum. Aslında hepimiz öyle yapmıyor muyuz? Eskide yaşamış olana sürekli bir şeyler ekliyoruz. Bir şeyler yüklüyoruz. Belki de onları rahat bıraksak daha mutlu olacaklar. Ama binalar. Kadim mimariler. Yıkılıp terk edilmiş olanlar. İşte onlar gururlu, vakur ve hüzünlü. “geldiler, işlediler; bize ruh verdiler ve çekip gittiler. Terk edip gittiler.” İnsanlar şehirleri terk edip gittiler bazen de onlarla beraber yok oldular. Birkaç saniye içinde. Yanan bir resim gibi. Ama gittiler. Bazen isteyerek, bazen zorla. Belki de Granada’daki, Hattuşaş’taki insanlar gibi hüzünle terk ettiler. Belki de sadece gittiler. İşte bu yüzden hüzünlüdürler, binalar. Ve gurulu ve vakur o günleri yaşadıkları için. Acaba bize ne anlatırlardı dile gelselerdi. İsterler miydi hiç yeryüzünden çıkmamış olmayı. Dağların güvenli eteklerinde kalmayı mı isterlerdi? Nefret ettiler mi insanların onlara dokunmasına? Belki de terk edilmelerine rağmen, işlenip terk edilmelerine rağmen memnunlar mıydı? Hani her şeye rağmen der gibi. Mutluydular bence. O sütunlar. Uzun sütunlar. En çok onlar gurur duyuyorlardır. İşlendiler dikkatlice, üzerlerinde ince yivler. Sonra ince ince boyandılar. Bazen de beyazlığın saflığı ile kaldılar sadece. Mutluydular bu yüzden. Terk edildiler ama mutluydular. Terk etmek. Aslında terk etmek de zor. Dönüp arkana bakmamak. Pişman olsan da. Bir karar alınca onu uygulamak, sonuna kadar. Terk etmek deyince aklıma tren garları geliyor. Ve tren yolculuklarım. Genelde beni uğurlayan sadece tren garı oluyor. Hiç arkama bakmadım trenlerde bugüne kadar. Onları sürekli terk etsem de beni her seferinde çağırdılar. Desteklediler. En önemlisi yalnız bırakmadılar. Unuttular yani. İnsanlar gibi. İnsanların en iyi ve en kötü özelliği unutmak. Ve ilginçtir insanlar kötü olanı unuturlar. Başından geçen onca kötü olay belli bir zaman sonra iyi gibi hatırlanır. Ama daha ilginçtir acı olaylar bizi hayata bağlar. Destekleyen. İnsanoğlu her şeyde olduğu gibi burada da kıymet bilmiyor. İnsanoğlu. İnsan. İnsan denince aklıma gelen kelimelerden biridir yalnızlık. En çok nefret ettiğimiz ama en çok bulduğumuz. Bizi üzen, yaralayan ama isyan edemediğimiz. Çünkü korkuyoruz. Ölüm korkusu da buradan geliyor bence. Sevdiklerimizden ayrı kalma,yalnız kalma. İnsanın içine işleyen, aynı zamanda ve bütün iyi şeyleri yavaş yavaş yok eden bir duygu. Yalnızlık beni her zaman üşütür. Ağustosun kavuran sıcağında olsa bile. Belki de kararları tek başına alma yada bunları tek başına uygulama zorunluluğu korkutuyor bizleri… Üşümek. Soğuk. Soğuk iyidir aslında, dinç tutar. Bir şeyler yapmaya zorlar. Acı verir ama süründürmez sıcak gibi. İnsanlar cehennemde donmuyorlar, yanıyorlar… Cehennem. Korku göstergesi. Her yok oluşta tekrar dirilmek ve tekrar yok olmak acılarla. Zümrüd-ü anka gibi. Ne büyük bir acı Yarabbi. Oysa bu dünyada acıya ne kadar hassasız. En küçük acı da bile yok olduğumuzu zannediyoruz. Ama sonsuza kadar sonsuz defa yok olmayı düşünmüyoruz. Yok olmak. Ve ben yok olan bir antik kentin yanındayım. Kadim bir kent. Vakur sütunların yanında onları hissederken bitiriyorum bu yazıyı…
ben yitik kentlerden, Atalay oğlu atakhan galip